Osmanlının son yıllarında Meşrutiyetle kurulan Meclisi Mebusan’da Arap, Acem, Ermeni, Rum, Sırp, Bulgar, Romen gibi çeşitli ulusların temsilcileri vardı. Ermeniler doğuda bir Ermenistan Hükümeti, Rumlar Karadeniz’de bir Pontos Devleti, Yahudiler ise Filistin’in kendilerine verilmesi davasını gütmekteydiler. Daha vahimi ise azınlıkların sayı ve nitelik olarak daha ileride olmaları idi. Dışişleri, Maliye, Haberleşme gibi bakanlıklar Rum veya Ermeni milletvekillerine verilmişti. Balkan Savaşı sırasında Dışişleri Bakanı Gabriel Notodukyan Efendi idi ve Sevr Anlaşmasında karşı tarafın fikirlerini savunmaktan çekinmiyordu.
Maraş’tan vekil seçilip Meclisi Mebusan’a katılan Şükrü Paşa ve Agop Hırlakyan ile ilgili bir anıyı Osman Necati Erginöz’den aktaralım:
“Maraş Ermeni milletvekili Hırlakyan Agop Ağa, arkadaşı olan Maraş milletvekili Şükrü Bayazıt’tan sultanla görüşebilmesi için aracılık yapmasını rica eder. Şükrü Bey de bu ricayı yerine getirir. 1926’larda amcam Tahir Efendi, her Cuma yanına beni alarak Şükrü Bey’i ziyarete giderdi. İşte bu Cuma ziyaretlerinden birinde, Agop Ağa’nın öyküsünü şöyle anlattı.
“Agop bir gün bana geldi, Ermenilerin hallerini anlatmak için Sultan Hamit’le görüştürülmesini benden rica etti. Mabeyni Humayun aracılığı ile bu işi sağladık. Ancak Sultan Hamit:
-O hınzırın yüzünü görmek istemem, söyleyeceklerini bir paravanın arkasından söylesin, buyurmuş.
Agop Ağa’ya ilettik, kabul etti. Beraberce Yıldız’a gittik. Mabeynci bizi bir odaya aldı. Bu odanın girişine de bir paravan konmuştu.
Mabeynci:
-Ne söyleyeceksen buradan söyleyeceksin, dedi.
Hünkar, paravanın arkasından konuştu:
-Söyle bakalım ne söyleyeceksen..
Agop Ağa, korkak ve titrek bir sesle:
-Hünkârım, biz Ermeni kullarınıza baskı yapılıyor, hakaret ediliyor, dövülüyor, haraçlar vermek zorunda bırakılıyoruz. Bizi bu zulümden kurtarman ve fukaralarımız için yardım elinizi uzatmanızı arza geldim. Ferman…
Sultan Hamit, azınlıkların Osmanlı Devleti içerisinde ne kadar zenginlik ve refah içerisinde olduklarını, şımarıkça davranışlarının arkasında yatan emellerinin ne olduğunu çok iyi biliyordu.
-Cuma selamlığında padişahın arabasına bomba koyacak kadar küstah ve ileri gitmiş bir millete ancak bu kadar hürriyet verilebilir. Fakirlik konusunda ise Müslüman Türkler’in durumu çok daha fenadır. Sömürdüğünüz paralardan 800 altını hazineye bu fakirler için yatırınız.
Agop Ağa:
-Başüstüne Hünkârım.
Dedi ve ayrıldık. Yolda bana dönerek:
-Şükrü Bey, tereyi erinmiş ettik. Paravanın arkasındaki kimdi? Ben görmedim ve hâlâ da merak etmekteyim, dedi.”
**
Agop Hırlakyan ne de olsa memleketin iki vekilinden biridir. Şehrin ileri gelenlerini ziyaret etmesi, konuşup halleşmesi gerekir. İşte bu ziyaretlerden birini de Ziyâizâde Mehmet Emin Hocaefendiye yapmak ister. Randevu talep etmek üzere bir adamını gönderir. Hoca Efendi iki üç gün sonrasına randevu verir, buyursun gelsin diyerek.
Muziplik bu ya… Hoca Efendinin öğrencileri arasında bir tartışmadır başlar gizliden gizliye… Hırlakyan geldiğinde Hocaefendi onu karşılamak için ayağa kalkacak mı kalkmayacak mı? Kimi görgü gereği kalkacağını söylerken kimi de hocanın bir Hıristiyan karşısında kesinlikle ayağa kalkmayacağı görüşündedir. Kararlaştırılan gün gelir çatar. Herkeste bir bekleyiş… Hocaefendi birden “bismillah” deyip ayağa kalkar ve abdest tazelemek üzere çıkar dışarı. Onun dışarı çıkmasının hemen akabinde kapı çalınır, Hırlakyan girer içeri ve oturur gösterilen yere. Az sonra kollarını sıvazlayarak içeri giren Hocaefendinin karşısında Hırlakyan fırlar ayağa… Öğrencilerin dudağında tatlı bir tebessüm…
Söylenecek tek söz; “Hocaefendi o kadarını da düşünmüştür” olur.
**
Agop Hırlakyan zengindir. Konaklarının ve arazilerinin sayısı belirsiz olmasına, tehcire uğramamasına rağmen İngilizlerin Maraş’ı işgalini bir fırsat bilir. İngiliz işgal kuvvetleri komutanlığına üst üste verdiği ve verdirdiği dilekçelerle Türkler tarafından Hıristiyan ve Ermeni vatandaşlara haksızlık yapıldığını, tehcirde mallarının ellerinden alındığını savunur. “Koca vekil yalan söyleyecek değil ya” diye düşünen İngiliz komutan Kolonel Max Andriya şehrin ileri gelenlerini toplar ve başlar tehdide:
“- Herhangi bir Müslüman da emanet mal ve para var ise hemen sahiplerine verilmelidir. Hiçbir kimsenin kişiliği, hakları ve milliyetine karışılmayıp barış içerisinde yaşamaları gereklidir. Bildirime aykırı davranışlar görüldüğünde almış olduğum emir ve yetkiye dayanarak yola getirici cezalar uygulayacak ve gerekirse savaş girişimlerine baş vurmam zorunlu olacaktır.”
Bu tehdide pabuç bırakmayan şehrin ileri gelenlerinden Şeyh Ali Sezai Efendi topluluğun sözcüsü olarak gür bir ses ile cevap verir:
“- Maraş’ta göze çarpan ne kadar güzel ve iç açıcı konak, paha biçilmez mal, kıymetli bağ-bahçe ve verimli ne kadar arazi varsa Hıristiyanların mülküdür. Onlar baskı ve saldırı altında yaşasalardı bu günkü servet ve rahatlığı elde edemeyecekleri gibi harap olmaya yüz tutmuş ahır gibi evlerde oturmaları gerekirdi. Sahip oldukları bunca zenginlik ve mal varlığını gökten Mesih indirmeyip ancak devlet ve milletin hoşgörülü yaklaşımlarından elde etmişlerdir.
Hükümet dairelerinde Hıristiyanların başvuru ve işleri öncelik ve ivedilikle görülmektedir. Müslümanlardan çok, rütbe ve nişanlarla ödüllendirilmişlerdir. Devletin emirlerine uymak Hıristiyanların da dini inançları gereği iken, devletin iyi davranış ve yardımları ile elde ettikleri bunca nimetleri göz ardı ederek ayaklanma ve saldırılarda bulunmuşlardır.” Der.
Sözlerinin sonunda ise; yüzde seksen oranında çoğunluğa sahip olan yüce Türk halkının isteğinin kimse ile uğraşmak olmayıp onuru ile sağlanacak barışın sonucunu beklemek olduğunu belirtir.
Ali Sezai Efendinin bu konuşması etkili olur ve İngiliz işgal komutanı yaptırdığı küçük bir iki araştırma sonucu Ermenilerin taşkınlıklarını fark eder ve onlardan yüz çevirir.
**
İngilizlerden umduğu desteği bulamayan Agop Hırlakyan bu kez tüm ümidini Fransızlara bağlar. Yapılan görüşmelerde ve antlaşmalarda Fransızlara verilecek yerler arasına Maraş’ın da girmesini sağlayarak görkemli bir karşılama töreni hazırlamaya soyunur.
Fransız işgal güçlerini davul zurna ile karşılamak isteyen Hırlakyan Ağop Ağa, Abdal Halil Ağa’ya haberci gönderip çağırtır. Çok geçmeden, davulcubaşı Abdal Halil Ağa kırmızı abası, abani sarığı, eteği beline çalınmış üç etek zabunu, mavrum tumanı, kınnabi yemenisi, omuzunda asılı kırmızı kayışlı davulu ve ceviz ağacından yapılmış çomağı ile tam kıyafet ve boylu poslu ve çalımlı çehresi ile Hırlakyan Ağop Ağanın karşısına dikilerek:
-“Beni istemişsin emrindeyim paşam” der.
Hırlakyan Ağop Ağa, Halil Ağa’ya olanca iltifatta bulunduktan sonra;
-“Bu defa senden özel bir isteğim olacak, yarın kivrelerini de toplayıp gelmelisin. Fransız komutan ve askerlerini karşılayacağız” der.
Her seferinde Hırlakyan Ağop’un karşısında temennalarla kırk takla atan Halil Ağa’nın davranışı birden bire değişiverir. Sakalını sıvazlar, sonra çomağını beline sokarak;
-“Ne dedin Ağa” diye dikleşir.
Hırlakyan Ağop Ağa elini kuşağı arasına sokar ve bir kese çıkartarak Abdal Halil Ağanın ayakları dibine atar: Sonra da şöyle der:
-“Bak Halil Ağa kasnağını altın ile dolduracağım” demesine karşılık, istifini bozmayan Abdal Halil Ağa;
– “Kasnağımı, hatta evimi bile altın ile doldurabilirsin. Fakat ben bu işte yokum. Bu din bahsi. Bir çomak bile vurmam. Din kardeşlerimin bağrına çomağımı indiremem” diye ters yüz edip sert adımlarla uzaklaşır.
Abdal Halil Ağa’nın Ermeni Hırlakyan Ağop’a karşı söylediği “Din bahsi” sözü Maraş’ta dilden dile dolaşır ve Fransızların işgalinin de daha başlamadan biteceğinin müjdesini vermiş olur.
**
Sözde Maraş valiliğine atanan Guvernör Andre’nin 26 Kasım 1919’da şehre gelişi Agop Hırlakyan’ı tekrar harekete geçirir. Oğulları Avedis, Osep ve Setrak’a talimatlar vererek sözde valinin gelişinin bir gün sonrası için şaşaalı bir eğlence düzenler. 27 Kasım 1919 Perşembe akşamına düzenlenen bu eğlenceli baloya tüm Ermeni ileri gelenleri, Hırlakyan’ın oğulları ve torunları da dahil olur. Osep’in güzeller güzeli kızı Helena kurgulanmış bir oyunun gereği olarak eğlenceleri bir kenardan hüzünlü bir yüz ifadesi ile izlemektedir. Eğlencenin en doruk noktasında bu hüzünlü yüz Guvernör Andre’nin dikkatini çeker. Güzeller güzeli Helena’nın bu durumunu garipser. Kısa bir tanışmanın ardından da onu dansa davet eder. Helena’nın Andre’ye verdiği cevap ise şu olur:
-“Sizinle dans etmekten şeref duyarım ancak bu şu an için mümkün değil. Çünkü kendimi hâlâ esaret ve zillet içinde yaşayan bir kadın olarak görüyorum. Kalesinde halen Türk bayrağı dalgalanan bir memlekette Fransızların hakim olduklarını ve bizim emniyet ve hürriyet içinde yaşadığımızı nasıl düşünebiliyorsunuz?”
Helena’nın bu sözleri üzerine Guvernör askerlerine emir vererek kaledeki Türk bayrağının derhal indirilmesi talimatını verir. Sarhoş bir kafa ve düşüncesizce verilen bu talimatın yerine getirilmesi ile Guvernör güzeller güzeli Helena ile dans etme şerefine ulaşır ama yarınki olacaklar bu dansı burnundan getirecektir..
**
Bayrak Olayı’nın ardından çok geçmeden başlayan şehir içi çatışmalarda o görkemli ve korunaklı konaklar nice masumun kanına ve nice yiğidin şehadetine sebep olsa da tek tek kızıl alevlere teslim olur. Kümbet ve Kuyucak bölgesindeki çoğunluğu Hırlakyan ailesine ait olan konaklar şehir ile birlikte alevler içerisinde yanar. Başta Hırlakyan ailesi olmak üzere Ermeni ileri gelenlerinin büyük ekseriyeti 11 Şubat 1920 gecesi sessiz sedasız kaçan Fransız askerlerinin peşine düşerek şehri terk ederler.
Agop Hırlakyan da şehri terk etmek için hazırlananlar arasındadır. Ama biraz gecikmiştir. Arkadan yetişen çeteler ile yapılan çatışmada Şeyh Adil civarında vurularak etkisiz hale getirilir. Ortalık ağardığında ise kimliği ortaya çıkar.
İhanetinin bedelini canı ile ödeyen Agop Hırlakyan’ın başı bir sırığa takılarak ibreti alem için sokak sokak gezdirilir.
Tam da Amerikalı misyonerlerin arabuluculuk için dil döktüğü anlarda Hoylu Mustafa sırığa takılı kesik başı orta yere atarak Arslan Beye hitaben;
-“Düşmanının ömrü bu kadar olsun beyim” der.
Bir ihanetin bedeli daha ödenmiş ve hesap kapanmıştır.