Gazetecinin sıradan bir günüydü. Her zamanki iş yoğunluğunda, yine bir günün gündemi hararetle takip edilmeye çalışılıyordu.
Bir taraftan baskıya yetiştirilmesi gereken yazılar yazılıyor, diğer taraftan haberleştirilecek olaylar, masanın sağ köşesinde sırasını bekliyordu.
Kulağındaki telefonla, hattın öbür ucundaki meslektaşıyla bir haberin tahlilini yaparken, parmakları da, siteye haber girmekle meşguldü.
Odasının kapısı aniden açıldı ve bir muhabir arkadaşı, telaşlı bir şekilde, ofiste tek başına, bir kaçı işi birden yapmaya çalışan gazeteciye “Trafik kazası var. Araba çocuğa çarpmış.” dedi.
Gazetecinin “Nerede?” demesini beklemeden “Ana Cadde’de” deyip çıktı. O da kaza yerine yetişecekti.
Gazeteci, kulağındaki kulaklığı çıkarıp, elini çantasına attığı gibi kendini dışarıya attı. Muhabir arkadaşının söylediği kaza mahalline doğru koşmaya başladı. Bu arada telsizde de “Ana Cadde’de trafik kazası, 6 yaşındaki çocuğa bir araç hızla çarpmış.” anonsu kulağına geldi. Aracın çarptığı kişinin çocuk olduğu teyit edilince, duygulandı, hüzünlendi. Bu halet-i ruhiye ile ‘iş’ine koşuyordu. Yolda koşarak kaza yerine yetişmeye çalışırken; bir taraftan ofiste yarım bıraktığı yazılar ve haberler, baskı saati, zamanın çok daraldığı, trafik kazasına yetişip yetişemeyeceği ve yetişirse istediği fotoğrafları çekip çekemeyeceği, kafasını bir taraftan kurcalıyordu. Acele ve heyecanla attığı adımlarla birlikte “Keşke bir arabam olsaydı da böyle 20 dakikalık yolu koşmak zorunda kalmasaydım.” şeklinde söylenmeyi de ihmal etmedi. Zihnindekilerle öyle meşguldü ki, karşıdan gelen ve “Hey hey amcaoğlu!” diyen kuzenini bile görmedi. O an tek hedefi vardı: Olay yerine varıp kazanın ya da kazazedenin fotoğrafını çekebilmek, ardından da hemen geri dönüp yarım kalan işlerini tamamlamaktı.
Caddeye girer girmez, iki yüz metre ileride bir kalabalık gözüne ilişti. Olay yerine vardığında trafik polisi: “Çocuk, şehir hastanesine kaldırıldı, araç üzerinden geçmiş. durumu çok kötüydü.” dedi. Oradaki herkes dua ediyordu: “İnşallah kurtulur.” diye.
Bu sefer maratonun ikinci etabı başlayacaktı. Gazeteci, aynı şevk, hüzün ve telaşla hastane tarafına yöneldi. Öyle telaşlıydı ve zihninin yükü öyle ağırlaşmıştı ki, olay yerinde kaza ile ilgili bilgi toplamayı bile unuttu.
Hastanede çocuğun doğrudan yoğun bakıma kaldırıldığını öğrendi. Yoğun bakımın olduğu koridorda, kazazede çocuğun yakınları ve aile fertleri olduğu “her halinden belli olan” kişilere yaklaşıp önce, “Geçmiş olsun.” dedi. Çocuğun anne-babasını görünce bir anlığına kendi çocuğu aklına geldi, daha da duygulandı. Gözlerinde yaşlar aktı. Ama o, çok zor bir durum da olsa, olayın ayrıntılarını öğrenmeliydi. Habere içerik lazımdı.
Gazeteci; hem bir ailenin acılı gününe ortak oluyordu, hem de işini yapıyordu. Mesleğinin bu derece meşakkat ihtiva ettiğini zaten bilmiyor değildi. Yaptığı işin, bir nevi kamu görevi olduğunun da bilincindeydi. Haber, acı da olsa, yapılacaktı, vatandaşa duyurulacaktı.
Çok yorulmuştu, koridorun baş tarafındaki koltuklardan birine biraz oturdu. Dinlenmeye çok ihtiyacı vardı. Bu dinlenme anında da telefonu ve telsizi susmuyordu. Mesleğinin; çalışma saatleri belirsizdi, mesaisi ve dinlenme süresi yoktu çünkü.
Bu arada, yoğun bakım ünitesinin kapısının girişinde bir hareketlenme ve telaşlanma başladı. Ekipmanlarını alarak koltuktan kalktı, izdihamın yaşandığı tarafa doğru ilerledi ve ameliyattan çıktığı, her telaffuz ettiği kelimeden, anlaşılan beyaz önlüklü doktorun; ağlamaktan perişan olmuş 50‘li yaşlardaki babaya: “Başınız sağ olsun, ne yazık ki kurtaramadık. Araba çok kötü çarpmış.” dediğini duydu.
Bu durumda ne yapılabilirdi ki orada? Habercilik mi? İş mi? Yoksa acıya ortak olmak mı?
Ama yine de tek işiydi habercilik. Ailenin acısını paylaşarak, işini yapacaktı elbette. Kalabalık, oradan hastane binasının arka tarafında girişi olan morgun önüne doğru kaydı. Gazeteci de takip etti. O andaki düşüncesi ise, rahmete kavuşan çocuğun, hiç olmazsa, bir fotoğrafını aile fertlerinden isteyip haberinde kullanmaktı.
Morgun kapısının sağ yanına dayanıp içeride çocuğunun cenazesini bekleyen perişan haldeki babaya, baş sağlığı diledi ama fotoğraf istemeye cesaret edemedi.
Başka bir aile yakınından istemeliydi. Daha metanetli görünen ve çocuğun ağabeyi olduğunu öğrendiği kişiye yaklaşıp baş sağlığı diledi. Kendini tanıttı. Gazeteci olduğunu söyledi. Nazikçe, haberde kullanılmak üzere varsa, çocuğun bir fotoğrafını istedi.
Gözü yaşlı ağabey ne dese iyi?
Hıçkırarak: “Kardeşimin fotoğrafı yok. Daha fotoğrafçıya götürüp resmini çektirecektik. Olmadı. Çok erken kaybettik, Henüz altı yaşındaydı. Bir fotoğrafı bile yok.” demez mi?
Evet; bir fotoğraf büyük bir teselli olacaktı o aile için. O da yoktu.
Gazeteci buna da dayandı.
…Ve bütün haber kaynakları, gazeteler, ajanslar; çocuğun trafik kazasında ölüm haberini fotoğrafsız vermişti.
Haberin vurgusu; trafik kazasında bir çocuğun ölmesi değildi, ölen çocuğun bir fotoğrafının olmamasıydı.
Gazetecinin haberinde de.
Ramazan AYDIN – Kahramanmaraş (30.01.2022)
ramazanaydin4402@gmail.com